İbrahim Hakkı Hz. Divanı’ndan Esintiler 1 (1.BÖLÜM)

tillo
1.Bölüm
Euzubillahimineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim
Allahümme salli ve sellim ala seyyidina muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.
Efendim Hz. Ali’nin bir sözü bizim için son derece değerlidir. Hz. Ali’nin bize sunduğu şu mesajı derinliğine anlayabilme ve kavrayabilmede nice kemalat ehli insanlar mücadele örnekleri verdiler.
Hz. Ali diyor ki insan için “Sen ki kendini sandın küçük bir âlem, oysaki sen de var büyük bir âlem.” İnsan enfüsünde, yani varlığında dürülü ve saklı olan gerçek acaba nedir diye merak etmeli.
Öyle ki insan sureti ilahisi ile yaratılmanın arkasında bu âleme gelirken on sekiz bin âleme uğradı ve on sekiz bin âlemden örnekler aldı.
Peygamber Aleyhisselatü vesselam efendimiz on sekiz bin âlemden söz ettiği için, biz de on sekiz bin âlemden bahis konu ediyoruz. Kuran-ı kerim bütün bunlara ayna hükmündedir. Bakınız bir cami yaparsın, caminin mihrabının etrafına ayetel kürsiyi yazarsınız. Neden başka bir şey yazmıyorlar. Bunu yazdıran mana ehli, evvela bunu bu şekle nasıl getirdi. Çünkü her yapılanda mutlaka saklı olan bir gerçek vardır.
Ayetel kürsiye zahirattaki yazılmış şekliyle bakarsanız burada müstakil olarak on sekiz tane elif görürsünüz. Mana hakikatinde bu ayetel kürsiyi, kendisi bizzat okuyanlar, kur’an’da bu ayetel kürsiyle anlatılmak istenen gerçeklere, kendi nefislerinde yaşam virdi ortaya getirenler, gerçek manada on sekiz bin âlemden aldığı örneği, kendinde dürülü kitabı açanlardır.
İşte dürülü kitabını gerçek manada okuyanlar, anlayanlar, ehli kitaptır.
İnsan ve kuran ikizdir. Yani kur’anı insan okur. Kuran’ın okunmasında bu yolda canlı Kur’an olurlar. Beyazıd-ı Bestami hazretlerine diyorlar ki “Üstadım çok ilginç şeyler dökülüyor lisanınızdan. İnsan burada bazen bu sözlerin içerisinde boğulabiliyor.” Diyor ki; Kuran okuyanlar bunları anlarlar.
Canlı Kuran-ı olan üstat şimdi anlatıyor. Onun için ben canlı Kuranım diyor. Öyleyse insan kendi varlığında neyle okuyor, nasıl okuyor?
Kendi enfüsündekileri insanın okuması nasıl ve nice olur? Bunların yolu nedir? Birçok değerli üstatlar bu gerçeklere değindiler.
İnsan varlığında cereyan eden bu hadiselere, yine bir kapıdan girip bazı şeyleri anlatma mücadelesi veren değerli üstat İbrahim Hakkı hazretleri bakınız kendisi seslenişlerinde neler söylüyor, neler anlatıyor.
“Çün aşktır sultan-ı can”
Aşk can hükmündedir diyor. Allahü Teâlâ hazretleri, peygamber s.a.v efendimize “sen onları diri zannedersin, hâlbuki onlar canlı ölülerdir.” diyor Ama insan bu dirliği bulunca “canlı ölüdürler’hükmünden çıkıyor o anda. Öyleyse “canlı ölü” olmaktan kurtulmanın bir yolu olsa gerek. Şimdi üstat burada buna değiniyor.
Diyor ki: Aşk can hükmündedir. Bu aşk dediğin nedir ki?
Allahü Teâlâ hazretleri her şeyi sevgi eseri yarattı, muhabbet duydu. Muhabbet duydukları yabancı başka bir şey değildi. Esasında kendi ehadiyetinin batınında menkus ve saklı olan, isim ve sıfatları vardı, bunları açığa çıkarmayı diledi. Fakat muhatap olarak insanı aldı. Çünkü benim tecellilerimi kabullenebilecek olan insandır dedi.
Nasıl? Benim mihrim göğü yer gök benim tecellilerimi kabul edemedi. Yani bu liyakat onlarda yok. Ama ben insanın kalbine sığdım. Tecellilerimle esasında ona tecelli etmekle, birçok hakikatleri bu aynada, Allahü Teâlâ kendim için yarattım dedi. İsim ve sıfat tecellilerini orta yere koydu. Bunlara muhabbeti vardı. Yani her şey muhabbet eseri yaratıldı.
Üstat burada diyor ki, “can, etle kan arasındaki mevcut olan, deri gibi görünen, insanda, hayvani ruhla görünendir”.
İnsan doğduğunda sureta insandır. Ama, sıreta insan değildir. Sıreta insan olabilmesi için bir defa daha doğması lazımdır. Bir defa daha doğması ile esasında kişi o anda “Yasin’in” hakikatini okur. Yasinin ilk harfi Ye, iki noktadır. İkinci neşeti anlatır. Sin harfi üç dişlidir. Bu da irade, kudret ve ilmi anlatır. Şimdi insan varlığında bir defa daha Allahü Teâlâ hazretlerinin bir hilkat yönünü orta yere koyuyor. Yaratılışı var yani.
Değerli üstat İbrahim Hakkı hazretleri kişinin kendisinde cereyan eden olaylara bakış açısında bazı perdeleri aralamaya uğraşıyor. Bunlara kendisi arif iken bu bilince başkalarının da ortak olmasını diliyor, istiyor.
Evet diyor ki: “Hoş taht-ı sultandır gönül.”
Gönül böyle, ama yalnız bu gönül evini insanın inşa etmesi, yapması lazımdır. Gönül, o hükümdarın tahtıdır diyor. Allahü Teâlâ hazretleri ben insanın dış görünüşüne değil kalbine nazar ederim dediği bu tahttan söz ediyor şimdi. Demek ki Allahü Teâlâ hazretlerinin tecelligâhı insandır. Peki, her zerrede tecelli O’na ait değil mi? İnsanda O’nun tecellilerinin uzantıları devam eder. İşte üstat bunu dile getirirken “Hoş taht-ı sultandır gönül” Onun için gönül o hükümdarın tahtıdır diyor. O zaman insana lazım gelen bu tahtı yapmasıdır. İşte İbrahim Aleyhisselam bu noktada başbuğdu. Bu tahtı İbrahim aleyhisselam inşa eyledi. Dikkat buyurulursa şimdi Kâbe-i Muazzama’nın tecelligâh olduğunu anlatabilmek için de Allah’ın tecelli olarak Kâbe Allah’ın evidir dendi. Ne evidir? Tecelli evidir. Nasıl ki insan varlığında kendisinin gönül evini meydana getirecek malzemeye sahipse, bu malzemelerin derilmesi ve toplanmasında bu evin inşasını yapıyorsa, sonra bunu zahirata intikal ettirir. Enfüsten afaka intikal ile her insanın yeryüzünde bu şekilde bir camisine dönük inşa söz konusudur. Yani öyle bir şeydir ki, şu ulu gördüğün camilerin hepsinde bu bir mana hakikati taşıyor denmesinin iç yüzü budur.
Evet, şimdi üstat bunlara değinirken bize diyor ki
“Hoş taht-ı sultandır gönül” Onun için gönül o hükümdarın tahtıdır diyor. Öyleyse hükümdarın bu tahtını inşa etmeye sebebi vesile olan yeryüzünde görevliler vardır.
Bunu da insan irade orta yere koymadan, hiçbir zaman bir ustaya çırak olmadan mümkün olmuyor. Evet, bunu şimdi diğer bir üstat dile getirirken “Aşk oldu Hakan-ı cihan”
Aşk cihanın hâkimi hükümdarı oldu diyor.
Muhiddin-i Arabî hazretleri şöyle bir soru soruyorlar, diyorlar ki; Tekvin sıfatı insanda görünür mü? Tekvin sıfatı Allahü Teâlâ hazretlerinindir. Sen Allahü Teâlâ hazretlerinin tecellilerine mahal olan gönül evini inşa edersen tekvin sıfatı o esnada sende görülür. İnsanda görülür yani. Peki, hüccet ve delil nedir dersen. İşte bu kutsi ruhla teyidiyeti bulmuş olan İsa Aleyhisselam ölüleri öyle diriltti diyor.
Ama onu vesile kılan Allahü Teâlâ hazretlerinin vesilesinde, onun ölüleri diriltmesini insanlar ona bağladılar. Oysaki o da bir yaratılmış, yaratılmış olarak onu görenler, sadece bu dinin salikleri oldu. Can Naciye fırkası bunlar.
Allahu Teala hazretleri, Hz.Peygambere de “attığın zaman sen atmadın”, bunu yaptığın zaman da sen yapmadın, sen de bunu ben yaptım, attım, demesiyle de bu gerçeklerin nasıl anlaşılacağına dönük de birçok örnekler verdiler. Hiçbir zaman insan ulûhiyet payesine çıkarılamaz.
Yaratılmış hiçbir zaman yaratanın sıfatlarıyla sıfatlanamaz. Nasıl? Zati sıfatlarının subutiyete dönük olarak gelişinde sende beliren sıfatlarda gene O’nun sıfatlarıdır.
Sende olanlarda, aslında sen kendini ara. Özünü ve aslını ara. Burada sen yoksun, kendi nefsini sakın RAB ihdas etme.
Çünkü Allahü Teâlâ hazretleri “O nefsini RAB ihdas edenler yok mu?” diye tehdit edişini oradaki manayı anla diyor.
“Aşk oldu Hakan-ı cihan” Aşk ehli insanlar, cihanın hakanı, hükümdarı oldu. Bakınız Allah’ın tecellilerine mazhariyet kazanmış olan Abdulkadir-i Geylani hazretleri “ Yağmurlar emrimle yağar. Rüzgârlar emrimle eser.” gibi dil döktü, söyledi.
“Emrimle” yani ben Allahü Teâlâ hazretlerinin tecellilerine gark olmuşum, bir tecelligah oldum diyor. Bunun arkasından da diyor ki
“Gelin dostlar sizi Hakka aparayım.” Sizi bu hakikatlere, bu yüceliklere taşıyan ve de götüren sebebi vesile olayım diyor. Çağırıyor.
“İklim-i Hakan’dır gönül” canlarda dolaşan akan O’dur.
Nedir? Deniliyor ki nur. Nur üzere yürüyen kişi, bu nurun akışında şimdi kendinde cereyan eden hadiseler var. Kendi varlığında bu değişikliği orta yere koyan da, bu nurun akışını üstat dile getiriyor.
Buna seyir yolu denir, bu seyrin sonunda seyri fillah vardır. Esasında bir kişi kendisi olayların içerisinde kendisinde gördüklerine bakar ki, gördükleri kendisine ait değilmiş. Kendisinin mülk olduğunu anlar, yaratılmış olduğunu anlar. Ama Yaratan’ı o esnada takdirle karşılar.
Bir yaratan, bir yaratılan var, ben yaratılmışlardanım der. Ben de bir varlık var, mümkün varlık. Gerçek varlıkla varlığını sürdürenim, ben aslında yoğum, ben gölgeyim diyor.
Yani kâinat Allahü Teâlâ hazretlerinin gölgesidir diyenler, Allahü Teâlâ hazretlerinin tecellileriyle varlığını sürdüren hilkat diyor. Direk ya da indirekt her şeyde hepsinde Allahü Teâlâ hazretlerinin tecellileri var.
Sonra da üstat diyor ki
“Dillerde hep cüyan O’dur.”
Dillerde hep söyleyen O’dur. Eşref oğlu Rumi bunu şöyle anlatır “Konuşan çoktur amma, konuşan tek durur.” diyor.
Mikrofonda konuşanın sesinin, hoparlörden çıkışı gibidir diyor, Ona benzetiyor. Bu mikrofonun başında mutlak varlık olan Allahü Teâlâ hazretleri var. Fakat bu mikrofon bütün bu hoparlörlerde yayını dağıtan bir merkez olduğundan bu merkeze de üstat değinim yaparken bu da Hakikat-i Muhammediyedir diyor.
Allahu Teala Hazretlerinin “Zatım için seçtim seni” dediği yer de burasıdır. Bütün dillerde gerçek dil olan esasında mutlak varlık olan Allahü Teala hazretleridir. Ama Peygamber sallallahu aleyhi ve selem efendimizin hakikatine dönük, hakikatindeki tecelli yüzünde bunlar zahir oluyor.
Üstat ”Dillerde hep söyleyen O’dur.” başkasını sakın arama diyor. Bu bütün kelamlar Allahü Teâlâ hazretlerine aittir, kendisi kendisini anlatıyor diyor. ”Dillerde hep söyleyen O’dur.” O’dur dediği zamanda mutlak varlık olan padişah şimdi burada dile getiriliyor diyor üstat. Nedir o?
Besmeledeki mevcut olan bismillah yani lafza-i celalin ötesinde mevcut olan bu tecellinin sahibine değiniyor, anlatıyor. Bu ismin sahibi, bu isimde görünen O’dur. Şu cesette görünen, insandaki mevcut olan ruh olmasa bu ceset durumunu muhafaza edemez, görünemez. Onu varlık safhasına, varlık aynasına çıkaran mana kuvvesine değinim yapıyor üstat.
”Dillerde hep söyleyen O’dur.”
“Dillerde hep güyan O’dur.” Yani ferman edici padişah hep O’dur diyor. Kendine hiçbir zaman vücut verme. Bunu idrak ettiğin zaman fenafillâh mertebesine ulaşırsın. Yani sende tutanı anlar, sende göreni kavrar, sende konuşanı da anlar, sende yürüyeni de anlarsın diyor.
Ondan sonra “Ben” demezsin. Bu “Ben’i” siler, lâ dersin, illa Allah dersin.
Üstat bu anlayışı bulmamızı istiyor.
Sonra da üstat diyor ki “Şah’ın şeyhi ferman O’dur.” Yani ferman edici padişah O’dur. Mutlak varlık olan Allahü Teâlâ hazretlerine dönük kesin hükümle inanç tarifini yaptı bizlere. İnancı doğru ıslah etmenin gerekliliği üzerinde durdu, bunu. Sonra da diyor ki bize üstat
“Teslim-i fermandır gönül.” Gönül teslim olmuştur O’nun fermanına. Yani sende ferman okuyanın şimdi kim olduğunu anladın mı? Bunlar senden çıkarken bunları esasında ben okuyorum deme diyor.
Sen şimdi “ol söyleyeni dinle, ol söyleteni anla” diyor İbrahim Hakkı hazretleri. Kim sana bunları söyletiyor diyor. Bunu anla demekle bu şekilde benliğini kenara çek, sen daima yok bil kendini, yoklukta gör diyor.
Ama sendeki bu varlığın sana ait olmadığını kavra. Bunlar sende cereyan edebilir. Ama sende bu cereyan eden hadiselerin sahibini unutma! Sen bir mülksün. Yerin ve göğün mülkü O’nundur. Sen de bu yerin göğün içerisinde O’nun mülküsün, başka bir şey değilsin diyor. Sende ne var ki? Sende var olanları yaratan, varlığını sürdürmesine sebep, tecelligâh kılıp ta tecellilerle senin hayatını devam ettiren O’dur. Sen esasında canlı ölüsün diyor. Canlı ölüsün, niye? Çünkü bu dirlik esasında bu hayatiyet, bu hayat sıfatı gerçek varlığa ait. Yani Allahü Teâlâ hazretlerine ait diyor. Bu gerçekleri şimdi üstat bize anlatma mücadelesi verdi.
Gönül teslim olmuştur O’nun fermanına. Kendinde bu varlığı gören şeytan bunlara esasında ene sıfatıyla ben dedi. Sakın ha sen de onun gibi ben diyenlerden olma diyor. Sen lâ de, hayır de diyor. Onu yaratan, her şeyi kendisine veren Allahü Teâlâ hazretleri ile cebelleşmeye gitti. Kendinde bunları gördü güya, bu sıfatlarla dava sürdürdü.
Allahü Teâlâ hazretleri de, bu tecellisini ondan aldı. Hadi bakalım sen şimdi kovulanlardan oldun. O dergâhtan kovulanlardan oldun.
Bunu şeytanı misal vererek anlatan Allahü Teâlâ hazretleri, burada insanı da uyarıyor, insan kendi manasında da böyle bir yanlış yolu tutarsa şeytanlaşmış insanlardan olabilir. Kendisi de esasında mevcut bu yönüyle tart edilen, kovulanlardan olursa gerçek yoldan ayrılmanın ifadesiyle dinden irtidat edenlerden olur. Buna ne deniliyor esasında, kişinin kendisindeki manayı kaybetmesi, kendisinin irtidadı deniliyor. Yani o kişiye de İslâm’da anlatılan tarifle mürtet oldu deniliyor. Gerçeklerden döndü, ne oldu esasında şimdi? Kendisi batıl olan bu karanlık dehlize giriyor. İşte bu yolu tutanlara Allahü Teâlâ hazretleri bu yolu tutmadan evvel bu büyük anlayışı kendisine vermişti. Bu büyük anlayışta esasında kendisi kendi yanlış bir yola gidişatın arkasında elbette ki ne olacağı bellidir .
Biliyoruz ki biz, Hz. Osman’ın bir damadı vardı. Birçok şeytaniyet oyunlarının orta yere gelişinde kendisi sebeb-i vesile olmuşlardı. Çok ilginç bir şey Kuran-ı Kerim’de bütün bu gerçekler hep dile getiriliyor bizlere anlatılıyor. Yaşam sahasında yaşam dönemindeki cereyan eden hadiselerin iç yüzünü anlamamıza dönük anlatımlar var. Bizim yüce kitabımız böyle bir aynadır. Hep gerçeği görmek isteyen kişi orada görebilir. İlginç olan Hz. Osman’ın damadı Kuran-ı Kerim’de şeylerin yazımında bir sır kâtibi gibi kendisi rol aldı. Ama bu rolü esasında kendinde gördü. Görünce de o esnada esas doğrudan irtidat eder bir yere doğru koştu gitti. Sonra şeytanın ipinde şeytanlaşmış bir insan olarak ne kargaşalıklar meydana getirdiğini de tarihin aynasında seyrediyoruz. Öyle değil mi? Büyük rol sahibi. Bunları şimdi bu değerli üstadın anlatmasında daha etraflı bir şekilde anlama meselesi şimdi bizi bekliyor. Bunları kavramaya gitmek zorundayız. Demek ki üstat şimdi bize bu gerçek hakikatleri anlatmaya giderken dedi ki
“Teslim-i fermandır gönül.” Allahü Teâlâ hazretlerine teslim olmuş insanlar, bu gönül evini yapmış, gönül evinde Allahü Teâlâ hazretlerinin tecellileriyle kendileri yol tutmuşlardır. Zira bunların cüz iradeleri kül iradeye bağlanmıştır. Bu kül iradeye bağlanmanın ifadesinde bunları anlaya- bilmek için, kül irade ile hareketin ifadesini o güzel, değerli ashap peygamber aleyhisselatü vesselam efendimizi onunla beraber yaşantıda anlatmaya gittiler.
Hz. Ömer ne duruyoruz şimdi savaş edelim dediği zamanda Peygamber aleyhisselatü vesselam efendimizin cüz iradesinin kül iradeye bağlılığın ifadesinde Peygamber aleyhisselatü vesselâm efendimiz vahiy bekledi. Demek ki bu şekilde azamet kazanmış kemâlât ehli olan insanlar da kendileri esasında birçok kararları verirken verdikleri kararda Allahü Teâlâ hazretlerinin kararına uygun bir ifade arar. Yani kendileri ötelerden haber beklerler. Ötelerden haber bekleyebilmesi için de mevcut olan gönül evinde kendisi bir can bulması lazımdır. Biz buna ne diyoruz? Candan öte can bulan kişiler diyoruz.
Candan öte can bulan bir kişi, tasavvuf dilinde revani ruhu buldu diyoruz. Sonra bu revani ruh seyrinde ileri gidince, kendisindeki değişiklikte yani değişik bir libasta, mana hakikatini bulduğu yerde adı “ ruh-u sultan” oldu. Yani Sultani ruhu buldu. Sultani ruh mertebesine gelen bir kişi kendindekileri yitirmiş, esasta varlık sahibinin tecellileriyle kendisine varlık bulma yönündedir, Peygamber aleyhisselatü vesselam efendimiz bunları dile getirirken, kalpteki mevcut olan bu gönüle değinirken “kalp Allah’ın aynasıdır, kalp Allah’ın tecelli evidir, kalp Allah’ın icat makinesidir” dedi. İcat etme; tekvin sıfatı kendisinde zahir olur bu gibi insanlarda.
Hani tarihte bunlar dile getirilir. Hani söylerlerya, peygamber aleyhisselatü vesselam efendimiz savaşa gidecekti. Herkes bu savaşa iştirak ederken o anda bir genç te iştirak etti. Bu genç savaşa iştirak edince, annesi o esnada sokaklara döküldü. Rasulullah’ın huzuruna geldi:” Ya Rasulallah bunun babası yok. Birçok yetimler var orta yerde. Bu çocuğum bunların hepsine bakıyor. O giderse halim nice olur.” Dedi.Yani çocuğunun savaşa gitmemesi yönünde bir dilekte bulundu. Peygamber aleyhisselatü vesselam efendimiz onun savaşa gitmesi yönünde bir karar verdi. Çok ilginç bir olaydır. Bir İğfel’den bahis konu ediliyor. Peygamber aleyhisselatü vesselame savaş dönüşünde İğfel’in orada şehit düştüğü anlatılıyor. Peygamber aleyhisselatü vesselam efendimiz bize o kadın dağlanarak oğlumu bu şekilde verdim diyor. Yani ölümle karşılaşmadan tedirgindi kadın, korkuyordu. Sonunda savaştan dönen peygamber aleyhisselatü vesselam efendimiz şehre girerken kadın onu yolda karşıladı. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem efendimize “Benim çocuğum nerede?” diye sordu. Güzel peygamber o anda büyük bir hüzün dünyasının içinde eliyle arkasını işaret etti. Arkadan ordusu geliyordu. Onların içinde olduğunu işaret etti. Bunun üzerine kadın arkadan gelen Hz. Ebubekir efendimize yaklaştı ve “Benim çocuğum nerede?” diye sordu. Hz. Ebubekir efendimiz peygamberimizin eliyle arkasını işaret ettiğini görmüştü. Hz. Ebubekir efendimiz de hüzünlü ve çaresiz eliyle arkasını işaret ediyor. “Arkada.” Onun arkasında Hz. Ömer efendimiz var. O da hem peygamber efendimizin hem de Hz. Ebubekir efendimizin elleriyle arkalarını işaret ettiklerini görüyor. Hz. Ömer efendimiz de üzgün ve çaresiz eliyle arkasını işaret ediyor.
Arkada bulunan Hz. Osman efendimiz de bakıyor ki herkes eliyle arkasını işaret ediyor. O da aynı şekilde arkasını işaret ediyor. Kadın yürüye yürüye en sonunda Hz. Ali efendimize geliyor. Kendisi tekvin sıfatının izhar mahalli. Burada bu anlatılıyor.
Hz. Ali eliyle arkasını işaret edecek ama arkasında kimse yok. Hem bu mülkün sahibi var diyor. O esnada kendi atından aşağıya iniyor. Allahu ekber diyoruz ya, tarifi mümkün olmayan, ulu, büyük O’na şimdi yalvarıyor.
Bu mevcut olan hayatı veren de Sensin alan da Sensin. Tekvin sıfatı Sende, dilersen bunu yaparsın, ben sana havale ediyorum diyor Hz. Ali ve tekbir getirerek secdeye kapanıyor. Şimdi bu secdeye kapanmasının arkasında İğfel dirilip geliyor o anda. “Buyur ya Ali.” diyor. Kadın çocuğunu orada gördü. Şimdi burada Hz. Ali’nin tekvin sıfatının izhar mahalli oluşu anlatılıyor.
Onun için Allahü Teâlâ hazretleri bir şeye ol derse olur. Onu bir kişinin dilinde derse o olur.
Bu sebepten kemalat ehli ulularda zaman zaman bir takım nedenlerle harikuladelikler zahir oldu. Bunun adına keramet dendi.
Bunlar esasında peygamberin mucizeleridir. Yarabbi bu ilginç meseleleri derinliğine anlayan, kavrayan ve bu denilen mertebeye ulaşmada neden Allahü Teâlâ hazretlerine tecelligah olabilecek olan kabın inşasında, bunların meydana gelişine neden evvela, kalp evinin inşasını yapanlardan ve burayı tecelligah kılmak suretiyle Allahü Teâlâ hazretlerinin tecelligahı haline getiren ve böylece de kendisinde cereyan eden, nice harikuladelikleri kendinde bulan, fakat bulduklarının kendisine ait olmadığını anlayan Allahü Teâlâ hazretlerinin tecellilerine ayna olduğunu bilenlerden Hak Teâlâ hazretleri bizleri eylesin. El Fatiha.